Tarık Buğra: Politika Dışında Dil ve Edebiyatın Yeri
Tarık Buğra romanlarında; insan yaşantısından, hayattaki kesitlerden, yaşanılmış olaylardan birçok konuyu ele almıştır bu konulardan bir diğeri ise hayatın yapı taşlarından biri olan “dil ve edebiyattır.” Buğra’nın bahsettiği konulardan zannımca en önemlisi de kimlik kaybımız başka bir deyişle benliğimizi yitirmemiz diyebiliriz. Dilimizden uzaklaşmamız, edebiyata ve dile karşı saygımızın kalmaması kimlik kaybını ve özümüzden uzaklaşmayı kaçınılmaz kılar.
Sözlerime Tarık Buğra ’nın “Türkçe’nin Maceraları” adlı makalesiyle başlamak istiyorum. Diyor ki; “Bizim eğitimimizin adıdır milli olan. İsim olarak ona reformlar bakanlığı demek en doğrusu olurdu.” Her iktidar değişmesinde, hatta aynı iktidar içindeki nöbet değişiminde ilk iş bu bakanlıkta bir reform yapmak olmuş. Mesela notlar sıfırla beş arasında ise, pek zayıftan, pek iyiye doğru veya bir ile ona doğru reforme edilmiştir. Ötesini, yani kitap meselesini, en şaheseri de Edebiyatı’n seçmeli dersler arasına itilişini siz düşünün. Özellikle millilik iddiası veya şuuru varsa, dilden ayrı düşünülemez.
Buğra´nın Arı dil düşüncesi,
Buğra yazdığı birçok makalede dili vurgular. Dili toplumun bir tür bağlayıcısı, bütünleştiricisi olarak görür ve bu olguyu da bizlere makalelerinde yansıtır. Tarık Buğra’nın dil üzerinde yakındığı başka konu ise öz veya arı denilen türden bir tek dilin olmamasıdır. Bunun nedeni ise toplumların birbirleri ile temasları esnasında kelime alışverişinin hiçe sayılmasıdır. Bütün bu olayların ışığında bizlerin dile verdiği önem ne kadardır? Bunu çoğumuz iyi biliyoruz. Dilimiz üzerindeki bu Reformlar Bakanlığında kimi keyfinden, kimi öfkesinden, kimi de vazifesi diye almış dilimizi ve edebiyatımızı bir o yana bir bu yana çekiştirip durmuşlar. Durum böyleyken buna “reformlar bakanlığındaki edebiyat depremi” dememiz en doğrusu olur. Depremi, yer kürenin çatlaması sonucunda sarsıntıdan etkilenmemiz olarak tanımlayabiliriz. Edebiyat depreminde ise durum daha farklıdır. Enkaz altında kalan ruhlarımız, geçmişimiz ve tarihimizdir. Geri dönüşü asla olmayacak ruhsal kayıplarımız mevcuttur. Kayıpları fark etmek zaman alır ani ölüm değil yavaş ölümdür edebiyat depremi.
Dil ve Edebiyatın politikada yeri,
Tarık Buğra, şu şekilde özetliyor politikacıları; “Türkiye’nin sahnesini otuz yıldır politikacılar tutuyor ve biz bu sahnede otuz yıldır diksiyonları bozuk, ağızları, şiveleri, bozuk cümleleri kırık dökük milletvekilleri, parti sözcüleri bakanlar hatta başbakanlar görüyoruz.” Biri gelmiş halkadan bir çember çıkarmış, diğer gelenler halkayı düzeltmek yerine bozmayı tercih ederek gelip geçmiş. Düzenleme yaptıklarını zanneden politikacılar ise toplumu edebiyattan koparıyor. Bu toplumlarda insan, bir avuç demagoji labirentinde döner dolanır. Zaman ve enerji tüketir; çünkü dillerinden yani diğer bir deyiş ile kafalarından kopmuşlardır. Uygar milletlerin seviyelerine ulaşmak için yüz elli yıldır çabalıyoruz bir de bu ülkelere dile ve edebiyata verilen değer açısından bakmamız hiç fena olmaz. Zira bunu yapınca edebiyatın, romanın, hikâyenin, şiirin, tiyatronun kafa geliştirmesi ve sağlığı bakımından, konuşmada ve yazışmada açığa çıkan etkisini kavrayabiliriz. Buğra uygarlıklar arasındaki farka şöyle açıklık getiriyor “uygarlıklar arasındaki fark, onların edebiyata verdikleri önem farkına eşittir.” Sözlerime başlarken, söylediğim bir şey vardı Buğra Dil ve Edebiyat serzenişini makalelerde bizlere yansıtmıştır. Buğra edebiyata sadece edebiyatçıların değil de yaşayan tüm toplumların önem vermesi gerektiğini de belirtmiştir. Bizlere Politika Dışı adlı makale kitabında ” Dünya’nın kaderiyle ilgili savaş gecelerinde bile okuyan gerçek komutanlar gördüm, ülkenin edebiyatçılarını baş köşeye oturtturan liderler gördüm ve iki büyük uygarlık, Fransa ve Türkiye.” Dedikten sonra hükmü pekiştirmek için söze devam eder “politikacılardan devlet adamlarından, sanayi krallarından değil iki şairden Baki ve Racine’den söz eden De Gaulle’ü ve çevresinden Falih Rıfkı’ları, Yakup Kadri’leri, Ruşen Eşrefleri esik etmeyen Mustafa Kemal’i gördüm, şimdi bunlara bir de Maxim Gorki’yi daima önünde ve sağında tutan Lenin’i de ekleyiniz. O zaman benimle birlikte demez misiniz? Herhangi bir alanda ve evrensel çapta büyümenin tek şartı da edebiyata yakın bir ilişki kurmaktır.” Milli bir dil, millî kültürü, milli kültür milli bir devlet anlayışını meydana getir. Bu unsurdan birini diğerinden ayrı düşünmek mümkün olmadığı için edebiyat insandan, insanı da toplumdan ayrı düşünmek mümkün değildir. Sözlerime burada son vermek istiyorum…
Merhaba, ben Esra devamında da Yıldızım. Karadeniz Teknik Üniversitesinde, uluslararası ilişkiler öğrencisiyim. Hangi yaşta olduğumu bilmeyecek kadar hızlı geçen yaşlardayım, sultan şehir Sivaslıyım. Hayatıma etki eden olgu, olay ve hikâyeleri burada yaşatmaya çalışıyorum, keyifli okumalar.
Gayet başarılı bir yazı olmuş
Başarılarının devamını dilerim.❤️
Tebrik ederim çok başarılı olmuş
Eline sağlık etkileyici bir yazı olmuş böyle değerli insanları bize bilgilendirdiğin için teşekkür ederim.